JOAJ. Emevi Halifeliği zamanında müslüman Araplar, Suriye ve İran'ı hâkimiyetlerine alarak Maverâünnehir bölgesine ulaşmışlardı. Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının arasındaki bu bölgede Türkler bulunmaktaydı. Böylece Araplar ile Türkler ilk defa temasa geçmişlerdir. Emeviler bölgede İslâmiyet'i yaymaktan çok, yeni zaferler peşinde koşmuşlar; Müslüman olmalarına rağmen yerli halka ağır vergiler yüklemişlerdi. Bu sebeple ilk karşılaşma pek dostça olmamış ve Türklerle Araplar arasında küçük çapta çarpışmalar cereyan etmiştir. Özellikle Kuteybe bin Müslim'in Horasan valiliğine getirilmesiyle mücadele iyice kızışmıştır 705. Kuteybe bin Müslim'in Maverâünnehir 'in doğusuna düzenlediği akınlara karşı Türgeş Beğleri güçlü bir direnme göstermiştir. Göktürklerin batı kanadında yer alan Türgeşler, Arapları savunmaya çekilmeye zorlamış ve bu mücadele Göktürklerin yıkılmasına kadar devam etmiştir 745 . Göktürk hâkimiyetinin sona ermesiyle Türk toprakları doğudan Çinliler, batıdan Arapların ilerlemesine maruz kalmıştır. Bu dönemde Maverâünnehir bölgesinin savunmasını, Türgeşlerden sonra Karluk Türkleri üstlenmiştir. Emevilerin Arap olmayan Müslümanlara karşı âdil ve eşit davranmamaları huzursuzluğu artırmıştı. Bu duruma karşı çıkanlar, Emevi idaresine son vererek yerine Abbasi Devletini kurmuşlardır 750. Türkler, Abbasi Devleti'ni daha çok benimsemişler, yeni yönetime daha sıcak bakmışlardır. Göktürk Devletinin yıkılmasından sonra, Çinliler bütün Türk ülkelerini ele geçirmeyi plânlamaktaydı. Emevilerin ortadan kalkmasından da faydalanmak isteyen Çin ordusu daha batıya yönelerek Karluk topraklarına girmişti. Bu durum üzerine Karluklar, Abbasilerin Horasan valisi olan Ebû Müslim'den yardım istediler. Ebû Müslim, komutanlarından Ziyad ibni Salih'i bölgeye gönderir. Arap ordusu ile batı bölgesinin genel valisi komutasındaki Çin ordusu Talas ırmağı boylarında karşılaşırlar. Türklerin de İslâm ordusu yanında hücuma geçmesi sonucunda Çinliler büyük bir yenilgiye uğratılır 751. Türklerin İslâmiyet'le ilk tanışmaları Emevi dönemiyle başlar. Ancak Emevi yönetiminin tutumu sebebiyle, Türk toplulukları arasında İslâmiyet fazla yayılmamıştır. Buna rağmen, az sayıda da olsa Emevi ordusunda görev alan Müslüman Türkler bulunmaktaydı. Meselâ Horasan Vâlisi Ubeydullah bin Ziyad henüz 674 tarihinde 2000 Türk okçusundan bir ordu oluşturmuştu. Talas Savaşı, Türklerle Müslümanların birbirlerini daha yakından tanımalarını, dostane ilişkiler kurulmasını sağladı. Bu sebeple Talas Savaşı hem Türkler hem Müslümanlar için bir dönüm noktasıdır. Bu savaş neticesinde İslâmiyet Türkler arasında hızla yayılmaya başlamıştır. Abbasi ordusunda çok sayıda Türk görev aldı. Zamanla Türk askerleri, ordunun ve yönetimin denetimini ele geçirdiler . Hatta bazı Türk komutanları, Abbasi Devleti sınırları içerisinde kendi devletlerini bile kurmuşlardır. Türklerin kitleler hâlinde Müslüman olmaları özellikle X. yüzyılda hız kazanmıştır. Henüz 900 tarihlerinde İtil Volga çevresinde bulunan Bulgar Türkleri arasında Müslümanlığa çok büyük ilgi vardı. Nitekim İtil Bulgarları hükümdarı Almış Han, 920 'de Abbasi halifesine müracaat ederek din âlimleri ve mimarlar göndermesini rica etmişti. Aynı tarihlerde Önce Karluk, Yağma ve Çiğil boyları, ardından Oğuzlar arasında İslâmiyet yayıldı. Karluk, Yağma ve Çiğil Türkleri, ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlı Devleti'ni, Oğuzlar ise Selçuklu Devleti' ni kurmuşlardır. Türklerin Müslüman Olmasının Sebepleri Türkler İslâmiyet'i kılıç zoruyla değil, kendi rızalarıyla kabul etmişlerdir. Şüphesiz bu dini seçmelerinin en önemli sebebi, eski Türk inancı ve anlayışı ile İslâmiyet arasında birçok benzerlik bulunmasıdır 1- Eski Türk dini, Gök-Tanrı inancı adıyla bilinmektedir. Bu inanışa göre Türkler, İslâmiyet'teki gibi tek bir Allah'a inanıyor ve O'na Tanrı Tengri diyorlardı. İslâmiyet'te Esmâ-i hüsnâ denilen Allah'ın sıfatlarından bazıları, eski Türk inancında da mevcuttu . 2- Ahiret ve ruhun ölmezliği, her iki inançta da mevcuttu. Türkler cennet için uçmağ uçmak, cehennem için tamu sözünü kullanmaktaydı. 3-İslâmiyet'te olduğu gibi Gök Tanrı inanışında da Tanrıya kurban sunuluyordu. 4-İslâmiyet'teki gaza ve cihât ile Türklerin dünya üzerinde töreyi hâkim kılmak için yaptıkları savaşlar benzer mahiyettedir. İslâm anlayışına göre savaş sonunda elde edilen ganimet helâldir. Türklerde ise aynı şekilde yağma geleneği vardır. 5-İslâmiyet'in telkin ettiği ahlakî kurallar, Türk anlayışına da uygun düşmektedir. Türkler tarih boyunca çeşitli dinlere girmişlerdi. Ancak bu dinler halk arasında değil daha çok idareci kesimde kabul görmüştü. Buna rağmen İslâmiyet dışındaki dinlere girenler Türklüklerini koruyamamışlardır. İslâm dini, millî yapıya uygun olduğu içindir ki Türkler kitleler hâlinde bu dini kabul etmişler ve Türklüklerini korumuşlardır. Türklerin İslâmiyet'e Hizmetleri Türklerin İslâmiyet'i kabul etmeleri hem İslâm âlemi hem de dünya tarihi açısından büyük sonuçlar doğurmuştur. Türkler, karışıklık içinde bulunan İslâm dünyasının koruyuculuğunu üstlendiler. Selçuklular, Abbasi halifelerini himaye ettiler. Batıda Haçlı Seferleri'ne, doğuda Moğol akınlarına karşı Türkler tarafından set oluşturuldu . Böylece İslâm dünyası dağılmaktan kurtulmuştur . Bin yıla yakın bir süre Türkler, İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Gazneli Mahmud'un Hindistan'a kadar yaptığı seferler neticesinde İslâmiyet Hindistan'a kadar ulaşmıştır. Böylece yakın dönemlerde kurulan Pakistan ve Bangladeş'in temelleri atılmıştır. Osmanlı döneminde ise Türkler Balkanlara yerleştiler. Arnavutlar, Bosna-Hersekliler Boşnaklar bu dönemde Müslüman oldular. Türklerin İslâmiyet'e hizmetleri sadece siyasî ve askerî alanla sınırlı kalmamıştır. Devlet idaresi ve askerî yapılanmada bütün İslâm dünyasını etkileyen Türkler, İslâm medeniyetinin gelişmesinde de inkâr edilemez hizmetlerde bulunmuşlardır. Bilim, sanat ve edebiyat alanında İslâm rönesansı, Türklerin katkıları ve sağladıkları huzur ve emniyet sayesinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla İslâm dininin ve medeniyetinin, dar Arap ve Fars çevresine sıkışıp kalmayarak, evrensel hâle gelmesi yine Türkler sayesinde mümkün olmuştur, demek yanlış Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından Bağdat'ta kurulan Nizamiye Medreseleri 1066 , öyle büyük bir üne sahip oldu ki, bu medreseler İslâm medreselerinin ilk örneği olarak kabul edilmişti. Halbuki Samanoğulları ve Gazneliler devrinde de medreselerin bulunduğu bilinmektedir. Ancak Nizamiye Medreseleri dinî bilimler yanında müspet ilimlerin de okutulduğu ilk medreseler olmakla, modern üniversitelere öncülük etmiştir. Abbasiler zamanında başlayan eski Yunan ve Helen medeniyetlerine ait eserler ve felsefe akımlarının çevirileri, Türk hâkimiyeti devresinde zirveye ulaşmış idi. Böylece İslâm medeniyetinde büyük gelişmeler olmuştur. Batıda unutulmuş olan Yunan ve Helen medeniyeti, Haçlı Seferleri sayesinde İslâm medeniyeti ile birlikte tekrar Avrupa'ya taşınmıştır. İslâm medeniyetinin öncüleri durumunda olan Türk bilginler bütün dünya tarafından tanınmış ve eserleri yüzyıllarca bilime rehberlik etmiştir. Bu Türk bilginlerinin en ünlüleri Farabi, Birunî ve İbni Sina'dır. Oğuzların Karaçuk Farab şehrinde doğan Farabi 870 -950, matematik, fizik, astronomi vb. konularda 160 kadar kitap yazmıştır. Ancak onu asıl önemli kılan Helen felsefesinin akılcı, mantığa dayalı yönüyle İslâm düşüncesini kaynaştırdığı felsefe alanındaki çalışmaları olmuştur. Aristo'nun düşüncelerini en iyi açıklayan kişi olduğundan "Muallim-i Sâni" İkinci öğretmen. adıyla anılmıştır. Eserlerinin çoğunun Lâtinceye çevrildiği batıda "Al-farabıus" adıyla bilinmektedir. İhsâ'ül -Ulûm isimli eseriyle bilimleri ilk kez sınıflandıran Farabi aynı zamanda Öklit geometrisini de açıklamıştır. Farabî'nin düşüncelerinden etkilenen İbni Sînâ 980-1037, çeşitli konularda 220 civarında eser vermiş diğer ünlü bir Türk bilginidir. Avrupa'da "Avicenna" adıyla bilinmektedir. Felsefe ve müspet bilimlerle uğraşan İbni Sina asıl ününü tıp alanında kazanmıştır. "El-Kanun fi't-Tıb" adlı eseri Lâtinceye çevrilmiş ve yüzlerce yıl ders kitabı olarak okutulmuştur. Birûnî 973 -1051, Harzemşahların sarayında yetişti ve Gazneli Mahmud'un himayesine girdi. Matematik, geometri, tıp ve coğrafya gibi alanlarda 113'ten fazla eser veren Birûnî'nin asıl başarısı astronomi dalındadır. Yıldızların yüksekliğini, açılarını ölçen hassas aletler geliştirdi. Dünya çekirdeğinin çapını sadece 15 kilometrelik yanılmayla km olarak tespit etmiştir. Yazdığı astronomi kitabı, dünyanın ilk astronomi ansiklopedisi olarak kabul edilmektedir. Farabî ve İbni Sina'nın açtığı yoldan birçok Türk âlim ilerlemiştir. Felsefe dalında; El-Harezmî, Şehristânî ve tasavvufun öncülerinden Gazali, İbni Rüşd, Fahreddin Razi, geometride Abdurrezzak Türkî, trigonometri'nin kurucularından Abdullah el-Baranî ilk akla gelenlerdir .Selçuklu Sultanı Melikşah İsfehan ve Bağdat'ta birer rasathane kurdurarak, İranlı ünlü matematikçi ve astronom Ömer Hayyam'ı buralarda görevlendirdi. Ömer Hayyam'ın da içinde bulunduğu bazı bilim adamları, Melikşah adına güneş yılına dayanan Celâlî veya Takvim-i Melikşâh adlarıyla anılan bir takvim hazırladılar. Sanat ve mimarlık alanlarında da Türk-İslâm devletleri zamanında büyük gelişme görülmektedir. Türk-İslâm kültürü ve sosyal hayatına uygun olarak gelişen mimarlığın en önemli örnekleri cami, medrese, kervansaray, imaret, darüşşifa hastane İlk Türk-İslâm mimarî örneği, Tolunoğlu Ahmed tarafından Kahire'de yaptırılan Tuluniye Camisi'dir ve bugün dahi varlığını korumaktadır. Türkler tarafından geliştirilen kubbe, kemer ve sütun biçimleri, Orta Asya yaşantısı ve çadır kültürünün, İslâm mimarîsine yansıtıldığı yeni bir mimarî üslûbu getirmiştir. Özellikle tekke, kümbet, cami ve medrese gibi yapılarda, Türk mimarî üslûbunun eşsiz örnekleri cilt, çini, minyatür sanatları ile seramik, dokumacılık, taş ve maden işçiliği vb. alanlarda Türkler eşsiz örnekler vermişlerdir. İslâmî anlayışa uygun düşmemekle beraber heykel ve kabartma sanatını devam ettirmişlerdir. Örneğin birçok yapıda hayvan figürleri kullanılmış, Sultan Tuğrul bastırdığı madalyona kabartma resmini koydurmuştur. Müzik alanında da Türkler yenilikler getirmişlerdir. Farabî müzik üzerine iki eser yazmış ve bunlar dünya müzik tarihine geçmiştir. Eserinde ses ve müziğin fizik temellerini inceleyerek, ses perdesinin özelliklerini ilk defa ortaya koymuştur. Saraylardaki nevbet bando, Osmanlı askerî mehterine örnek olmuştur. Ayrıca bazı tarikatlerin yaptıkları dinî müzik ve rakslar, Türk tasavvuf musikisinin ve semahların özünü oluşturmuştur.
Bu yazımızda tarih dersi konu anlatımları kapsamında 9. sınıf tarih dersinin 6. ünitesi olan Türklerin İslamiyet’i Kabulü ve İlk Türk İslam Devletleri ünitesinin 4. konusu olan Oğuzların İslamiyet’i Kabulü konusuna yer verdik. Oğuzların İslamiyet’i Kabulü konusunu “Büyük Selçuklu Devleti Dönemi’ndeki başlıca siyasi gelişmeleri Türk tarihi içerisindeki önemi bağlamında açıklar.” kazanımı çerçevesinde anlattık. Bu Yazının İçindeki Başlıklar Oğuzların İslamiyet’i KabulüOğuzlar Kimdir?24 Oğuz Boyu Hakkında BilgiOğuzlar Nasıl Müslüman Oldu?Oğuzların İslam’a HizmetleriYorumlayalım Oğuzların Tarihte Büyük Devletler Kurmalarında Rol Oynayan Etkenler Nelerdir? Oğuzların İslamiyet’i Kabulü Ders Tarih 9 Ünite Türklerin İslamiyet’i Kabulü ve İlk Türk İslam Devletleri Konu Oğuzların İslamiyet’i Kabulü Kazanım Büyük Selçuklu Devleti Dönemi’ndeki başlıca siyasi gelişmeleri Türk tarihi içerisindeki önemi bağlamında açıklar. Oğuzların İslamiyet’i Kabulü konusunda öncelikle Oğuzlar kimdir? 24 Oğuz boyu hangileridir?Oğuzların tarihte büyük devletler kurmalarında rol oynayan etkenler nelerdir? Oğuzlar ne zaman, nasıl ve niçin Müslüman olmuştur? Türklerin İslam’a hizmetleri neler olmuştur? sorularını yanıtladık. Ayrıca Oğuzların İslamiyet’e geçiş sürecini tarihi olaylar ekseninde açıkladık. Oğuzlar Kimdir? Türkiye, Azerbaycan, İran, Türkmenistan ve Irak Türklerinin atası olarak bilinen ve Selçuklu Devletin’den önce var olmuş Oğuzlar, ilk defa isimleri Kök Türk Gök Türk Kitabelerinde geçen bir topluluktur. “Oğuzlar” isminin kökeni konusundaki araştırmalardan Oğuzların ok kelimesi ve çokluk belirten “-z” iyeliğinden türetilen “okuz” kelimesinden meydana geldiği fikri öbür fikirlere kıyasla daha mantıklı ve gerçekçi olanıdır. Ayrıca Oğuzlar, dokuz boydan gelmiş bir topluluk olduğu için Göktürk Kitabeleri’nde isimleri “Dokuzlar” olarak da geçer. Saf bir ırk değillerdi ve Selçuklulardan önce göç halinde olan kabilelerin bir birleşimi ile oluşmuşlardı. Bazı tarihçiler Oğuzların 775 ila 785 yılları arasında Türk topraklarının çok uzaklarından geldiğini ifade eder. Arap seyyah İbn Fadlan, seyahatnamesinde onların Oğuzların başıboş eşekler gibi dolaştığını ve hep göç içerisinde bulundukları için evlerinin az eşyalı çadırlardan ibaret olduğunu belirtmiştir. Yine İbn Fadlan’ın seyahatnamesine göre Oğuzların toplum kültüründe suç işleyen bir kişiye uygulanan cezalardan da bahsedilir. Örnek vermek gerekirse eğer bir kişi zina yaparsa, o kişiyi birbirlerine yaklaştırılan iki ağacın dallarına bağlarlar ve ağaçları serbest bırakıp bağlanan kişinin ikiye ayrılmasını sağlarlardı. Oğuzlar hükümdarlarına “kağan” diye hitap ederlerdi. Oğuzlar, Göktürk ve Uygur Devletlerine bağlı olarak yaşamaya başlamışlardı. Ancak zamanla Göktürk ve Uygur Devletleri yıkılınca batıya doğru bir göç yaşayarak Seyhun Nehri’nin kıyısına yerleştiler. X. yüzyılın ilk yarısında ise Aral Gölü’nün çevresine yerleştiler ve Yeni kent merkezli Oğuz Yabgu Devleti’ni kurdular. Oğuz Yabgu Devleti’nin yıkılmasının ardından Oğuzların bazıları Karadeniz’e giderken kalan kısım İslamiyet’i kabul ederek Maveraünnehir Bölgesi’nden yayılarak Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti’ni kurmuşlardır. 24 Oğuz Boyu Hakkında Bilgi Oğuzlar, Bozoklar ve Üçoklar olmak üzere iki boya ayrılmıştır. Rivayetlere göre Oğuz Kağan; Gök, Dağ, Deniz adlı oğullarına Üçoklar ve Ay, Yıldız, Güneş adlı oğullarına Bozoklar ismini vermiştir ve Bozoklardan gelenlerin han seçilmesini istemiştir. Dede Korkut hikayelerinde Bozok ve Üçok boylarına İç Oğuz ve Dış Oğuz denildiği olur. Aslında çoğu seyyahın seyahatnamelerinde ve Oğuzların en eski tarihini içine alan kaynaklarda Oğuzların boylarının isimleri Bozok ve Üçok hakkında herhangi bir şey söylenmez. Oğuz Kağan’nın soyundan gelen oğulları Gök, Dağ, Deniz, Ay, Yıldız ve Güneş kendi soylarından gelen toplulukların liderliğini yapmıştır. Oğuzlar Nasıl Müslüman Oldu? Oğuzlar ne zaman, nasıl ve niçin Müslüman olmuştur? sorusunu yanıtlayalım. Oğuzlar, Göktürk Devleti’nin çatısı altında yaşayan bir topluluktu. Göktürk Devleti yıkılıp yerini Uygurlar alınca Oğuzlar Uygur Devleti altında yaşamaya başladılar. Uygur Devleti de yıkılınca Oğuzların bir kısmı Karadeniz’e göç ederken öbür kısmı ise Maveraünnehir Bölgesi’nde kalarak yaşamaya başladılar. Dış ticaretlerinin bir kısmını Arap Yarımadası’nda yapan Oğuzlar, Arap Yarımadası’ndan gelen Müslümanlar ile iletişim kurmaya başlamışlardır. Hz. Muhammed tarafından İslamiyet’i yayma emri verilen Müslümanlar, zamanında Gök Tanrı inancı ile yaşayan Türk topluluğu ile yaptıkları ticaret ile birlikte X. yüzyılda Türklere İslamiyet’i öğretmişlerdir. Oğuz Türklerinin içinde mabedler ve ibadethaneler yaparak hem İslamiyet’i tanıtan hem de İslamiyet’i öğretmeye çalışan Araplar sayesinde İslamiyet Oğuzlar arasında yayılmaya başlayan bir din olmuştur. O zamanlar sadece yaygın bir din olan İslamiyet, XI. yüzyılda Oğuzlar arasında hakim bir inanç haline gelmiştir. İlk başta Müslüman olan Oğuzlara “Türkmen” dense bile Oğuzlar içinden Müslüman olanların sayısı sürekli artınca “Türkmen” ifadesi tüm Oğuzları kapsayan bir kavram olarak kullanılmaya başlandı. Oğuzlar, Türk toplumundan gelen bir topluluktu ve Türkler ile neredeyse aynı kültürel özelliklere sahiptir. İslamiyet öncesi Türklerde Gök Tanrı adını verdikleri bir dine inanıldığı görülür. Gök Tanrı dinine inanan insanlar, Tanrı diye bir varlığın olduğunu ve bu varlığın gözle görülemeyecek kadar uzak ve gizemli bir yerde yani gökyüzünde yaşadığına inanır. Gök Tanrı zaman zaman Türk topluluğundan bir kişiyi seçerdi. O kişi Gök Tanrı tarafından seçildiği için bulunduğu toplumun liderliğini üstlenir. Gök Tanrı dininde inanılan Tanrı’ya şükretmek veya acıdan kurtulmak isteğiyle yalvarmak için basit ve gösterişsiz ibadetler yapılırdı. Oğuzların İslam’a Hizmetleri Bu ibadetlerden bir tanesi ise İslamiyet’in yapmış olduğu bir ibadettir kurban kesmek. Gök Tanrı dininde Türkler bu ibadeti ölen atalarının yeryüzünde işkenceye uğramaması ve ruhlarının azat edilmesi için yaparlardı. Bu ayrıca Gök Tanrı dininde ölümden sonra hayatın olduğunu da gösterir. İslamiyet dininde kurban kesme ibadeti de benzer sebeplerden ötürü yapılır. Ayrıca İslamiyet dininde inanılan varlık olan Allah, aynı Gök Tanrı inancındaki Tanrı gibi gözle görülemez ve kainatın sahibidir. Allah zaman zaman kavimleri öteki hayat konusunda uyarmak için kavimlerin içinden bir kişi seçer ve o kişi içinde bulunduğu kavime İslamiyet’i öğretir. Gök Tanrı inancındaki anlayış ve ibadetlerin İslamiyet dininde olanlarla böylesi bir benzerlik içinde olmasından ötürü Türkler, zamanla İslamiyet’i kabul etmiştir. Oğuzlar İslamiyet’i ancak Talas Savaşı sonunda iyice benimseyebilmişilerdir çünkü Hz. Ömer Devri’ndeki fetihlerden dolayı bir Türk-Arap kavgası hakimdi ama Talas Savaşı’ndan sonra iki taraf da birbirlerine karşı iyi münasebetler kurmuştur. Bunun sonucunda Oğuzlar İslamiyet’i benimseyerek büyük İslam devletleri kurmuşlardır. Böylelikle Oğuzlar yavaşça Araplar’ın alışkanlıklarına sahip olaya ve zamanla Araplaşmaya başlamışlardır. Oğuzlar, Araplar ile türlü yollarla ticaret, ilim vb. iletişime geçmiştir. Oğuzlar bu iletişimin sonucunda Araplar ile sıkı bağlar kurmuştur. Hatta bu iletişim ile birlikte Türkler İslamiyet’i kabul etmiştir ve İslamiyet’i yayma konusunda Araplara dolaylı olarak yardım etmiştir. Hz. Muhammed’in Araplara vermiş olduğu İslamiyet’i yayma görevini Türklerle iletişime geçerek yapan Araplar sayesinde Türkler de kendi içinde ve etrafındaki toplulukları İslamiyet’e katmışlardır. Ayrıca Büyük Selçuklu Devleti kurulduktan sonra Türkler, baskı altında olan Abbasi halifesini kurtararak bozulmuş olan İslam birliğini tekrardan sağlamıştır. Yorumlayalım Oğuzların Tarihte Büyük Devletler Kurmalarında Rol Oynayan Etkenler Nelerdir? Oğuzlar, kalabalık bir topluluktur. 9 boydan ve o 9 boyun soyundan oluştukları için birey sayıları epey fazladır. Eğer bir toplulukta herhangi bir kargaşa çıkarsa bu kargaşa o topluluğun diğer taraflarını da etkiler ve böylece topluluk yıkılır ya da yıkılma noktasına gelir. Bu yüzden kalabalık bir topluluğun iyi bir yönetim ve otoriteye ihtiyacı vardır. İyi bir otorite ve uygun koşullar bütünüyle bir toplum uzun zaman ayakta kalır ve düşmanlar tarafından yıkılması güç bir hale gelir. Oğuzlar kalabalık bir topluluk olmasına, geniş bir coğrafyaya yayılmasına ve birçok başka devlet tarafından yönetilmiş olsa bile lider yapıları sayesinde Selçuklu Devleti ve sonrasında Osmanlı Devleti gibi uzun süre yaşamış imparatorluklar kurabilmişlerdir. Coğrafi koşullar ve askeri donanım da göz ardı edilemeyecek etkenlerdendir. Eğer coğrafi koşullar bir toplum için uygun ise ve toplum coğrafi koşulların sunduğu kaynaklardan faydalanıp değişen sebeplerden ortaya çıkan zorlukları aşabiliyorsa toplum uzun ve güçlü bir şekilde yaşar. Zaman zaman topluluklar kaynak toplamak veya toprak elde etmek için başka topluluklara saldırı düzenleyebilir. Oğuzlar bu tehdide karşı iyi bir savunma düzenlediği için uzun süre toprakları üzerinde hükümdarlığını sürdürebilmiştir. 6. Ünitenin Tüm Konuları Türklerin İslamiyet’i Kabulü ve İlk Türk İslam Devletleri ünitesinin tüm konularını aşağıdaki başlıklarda inceleyebilirsiniz. 1. Konu Türk-İslam Tarihindeki Siyasi Gelişmeler 2. Konu Türklerin İslamiyet’i Kabulü 3. Konu İslamiyet’in Türk Devlet ve Toplum Yapısına Etkisi Türk İslam Dünyasında İlk Edebi Eserler 4. Konu Oğuzların İslamiyet’i Kabulü Şu an bu başlıktasınız! Büyük Selçuklu Devleti 1040-1157 Büyük Selçuklu Devleti’nin Yıkılışı 5. Konu Büyük Selçuklu Devleti’nde Yönetim ve Toplum Yapısı Nizamiye Medreseleri Büyük Selçuklu Devleti’nde Kültür ve Medeniyet
Yaklaşık 10. Yy’la kadar Türkler arasında Şamanizm en yaygın din olmuştur. Türkler tarih boyunca çeşitli dinlere girmişlerdir. Fakat bu dinler halk arasında değil daha çok idareci kesimde kabul gördüğü gibi İslamiyet dışındaki dinleri kabul görenler Türklüklerini koruyamamışlardır. DÖNÜM NOKTASI TALAS SAVAŞI Türkleri İslamiyete yakınlaştıran en önemli olay Talas Savaşıdır. Çin Ordusu karşısında zorlanan Müslümanların yardımına Türk süvariler koşmuştur. Birçok Türk boyunun desteğini alan Abbasiler Çinlileri ağır bir yenilgiye uğratmışlardır. Bu savaştan sonra Türk-Arap ilişkileri olumlu yönde gelişti. Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri hem İslam alemi hemde dünya tarihi açısından büyük sonuçlar doğurmuştur. Türkler karışıklık içinde bulunan İslam dünyasının koruyuculuğunu üstlenmiştir. Türklerin diğer dinlere karşı engin bir hoşgörüye sahip olması İslamiyetin de hoşgörü dini olmasıyla birebir bağdaşıyordu. İSLAM DİNİ MİLLİ YAPIYA UYGUN İslamiyeti kabul etmeleriyle birlikte millet olma sürecini tamamlayan Türkler kısa sürede İslamiyeti bir “dünya dini” haline getirmiş, hakimiyeti altında olsun veya olmasın tüm müslüman azınlıkları koruyup kollama görevini üstlenmişlerdir. Tarihte hiçbir millete nasip olmayacak köklü ve güçlü imparatorluklar kuran Türk Milleti, bu gücünü hiç şüphesiz İslam dininden almıştır. TÜRKLERİN İSLAMİYETİ ŞEÇMESİNDEKİ FAKTÖRLER Türkler İslamiyetten önce tek tanrı anlayışına sahip Göktürk inancına mensuptu. Dünyayı yaratan insanları çoğaltan ve yok eden Gök tanrı olarak kabul ediliyordu. İslamiyette de tek tanrı inancı olması Türklerin İslamiyeti kabulünü daha da kolaylaştırdı. Aileye verilen önem, temizlik, namus her iki anlayıştada benzerlik göstermekteydi. İslamiyetteki cihad ve gaza anlayışı ile Türk Cihan hakimiyetinin benzerlik göstermesi Hem İslamiyet dininde hemde Göktanrı inancında ahirete inan söz konusu iken cennet ve cehennem inancıdaki benzerlikler türklerin İslam dinini kabul etmesini hızlandıran en önemli hususlardandır. Eski Türk toplumunda sosyal sınıfların olmaması ve İslam dininde de böyle bir ayrımın yapılmaması her iki toplumun birleşmesinde önemli bir rol oynuyordu. Her iki inançta da tanrıya kurban kesiliyordu. Abbasilerin Emeviler gibi ırkçı bir politika izlememesi Türkleri İslamiyete daha da yakınlaştırmıştır. İslam anlayışında savaş sonunda elde edilen ganimet helal sayılırken, Türk milletinde de bu geleneğe yağma denmekteydi.
Türkler dünyanın en eski ve en köklü milletlerinden biri olup hem İslamdan önce hem de İslami devirde tarihte önemli rol oynamışlardır. Türklerin İslamiyet’ten önce totemcilik inancını benimsediğine dair çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu iddiaları kesin doğrular olarak kabul etmek oldukça zordur. Dinden daha çok bir sihir karakteri arz eden Şamanlığın da Türklerdeki tanrı inancıyla bir ilgisinin mevcut olmadığı isbat edilmekle beraber Türklerin dini inancıyla Şamanlık arasında dikkati çekecek ölçüde bir uyum olduğu kabul edilememiştir. Eski Türkler tabiatta bir takım gizli kuvvetlere inanıyorlardı. Ayrıca ölmüş büyüklere tazim ve onlara kurban kesmek şeklinde beliren atalar kültü Bozkır Türk inançları arasında yer alıyordu. Ancak Bozkır Türkleri’nin asıl inancı Tanrı’yı Tengri en yüksek güç ve en büyük yaratıcı kuvvet kabul eden ve semavi bir mahiyeti haiz Gök Tanrı dini denilen bir inanç sistemiydi. Hükümdarlar kendilerinin Tanrı tarafından tahta çıkarıldığını, zaferleri Gök Tanrı’nın inayetiyle kazandıklarını, çeşitli hile ve tuzaklardan Gök Tanrı’nın yardımıyla kurtulduklarına inanır ve “Ey Gök Tanrı sana şükürler olsun!” diye duygularını dile getirirlerdi. Avar hakanı Bizans imparatoruyla yaptığı bir antlaşmada Gök Tanrı adına yemin etmişti. Göktürkler de devletlerinin Gök Tanrı’nın isteğiyle kurulduğuna inanırlardı. Türkler ölüm ve hayatın Tanrı’nın iradesine bağlı olduğuna, insanın fanî Tanrı’nın ebedî olduğuna inanırlardı. Tanrı kelimesi Başkırtça hariç bütün Türk lehçelerinde ortak olarak kullanılan bir kelimedir. Gök Tanrı dini Türklerin İslam öncesi millî dinî olarak kabul doğduğu sırada Türkler Orta Doğu’nun kuzey ufuklarında gözükmekteydiler. Göktürkler Kuzey Asya’dan güneye doğru Sind Irmağı’na, doğuda Çin sınırından batıda Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanıyordu. Kafkasya’da Dağıstan ile Karadeniz’in kuzey kıyıları Hazar Türkleri’nin idaresindeydi. Hazar Denizi’nin güney doğusunda Sûl Türklerinin kurduğu bir beylik hüküm sürüyordu. Sasanî ve Bizans imparatorlukları Türklerle bazan ittifak bazan da savaş bir dinin kabulü milletlerin hayatını müsbet veya menfî yönde etkileyen önemli faktörlerden biri kabul edilmektedir. Milletler kabul ettikleri bu yeni din sayesinde ya varlıklarına güç katarak dünyanın sayılı milletlerinden biri olma vasfını kazanmakta ya da millî benliklerini kaybetmektedirler. Bunun en belirgin örneğini Türk milletinin tarihinde bulmaktayız. Türkler tarih boyunca millî dinlerini terkederek Budizm, Maniheizm, Yahudilik ve Hıristiyanlığı benimsemişlerdir. Ancak bu dinlerin yapısı Türklerin millî bünyesine ve karakterine uymadığı için onların benliklerini ve Türklüklerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Göktürk Hakanı Bilge Kagan veziri Tonyukuk’tan bir Budist mabedi yaptırmasını isteyince Tonyukuk’un “Savaşmayı ve hayvan kesmeyi yasaklayan, miskinlik telkin eden bir dinin kabulü Türkler için bir felaket olur” cevabını vermesi adeta bir kehanet olarak ortaya çıkmıştır. Yahudiliği benimsemiş olan Hazarların ve Hıristiyanlığı kabul eden Macarların ve Bulgarların bugün Türklüklerinden bahsedilmemektedir. Buna karşılık Türklerin millî bünyesine, ruh ve karakterine uyan İslam dinini kabul etmeleri onlara yeni bir atılım gücü kazandırdığı gibi millî varlıklarını muhafaza etmelerinde de önemli rol oynamıştır. Türkler bu yeni ruh sayesinde Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar çok geniş bir alanda hakimiyet kurmayı başarmışlardır. Türklerin İslamiyeti kabulü sadece Türk ve İslam tarihinde değil aynı zamanda dünya tarihinde de bir dönüm noktası teşkil eder. Türklerin İslamiyeti kabulü kavimler göçü ve Haçlı seferleriyle birlikte ortaçağı karakterize eden üç büyük olaydan İslamiyeti kabul etmeden önce yukarıda anlatıldığı gibi Müslüman Araplarla uzun süre mücadele etmiş ve İslamiyet hakkında bilgi edindikten ve bu dinin kendi inanç sistemleriyle uyuştuğunu ve bütünleştiğini gördükten son-ra Müslüman olmuşlardır. İleride temas edeceğimiz ve örneklerini göreceğimiz gibi Türk milleti hiçbir zaman Arapların siyasi hakimiyeti altında kaldıkları, baskı ve zulüm gördükleri için yani kılıç zoruyla değil kendi istek ve iradeleriyle adeta tabiî bir geçiş süreci içinde İslamiyeti kabul Türkler arasında ilk defa Kuteybe b. Müslim tarafından fethedilen Amu Derya nehrinin kuzeyindeki topraklarda, Kaşgarlı Mahmud’un Çay ardı dediği Maveraünnehir bölgesinde yayılmaya ordularının uçsuz bucaksız Asya topraklarında savaş kabiliyetiyle temayüz etmiş Türk beylerine karşı başarı kazanmaları, kendilerini ilah mertebesinde gören müstebid hükümdarların baskısından kurtulmak isteyen güçsüz insanların İslamiyeti benimsemeleri sayesinde olmuştur. Müslüman olan Türkler dinden dönmeye mecbur edilmemek için kadınları, ihtiyarları ve çocuklarıyla silahsız olarak Türk beylerinin ordularına karşı çıkıyorlardı. Halkı koruyan, yedirip içiren eski Türk hükümdarlarının bu vasıflarını o dönemde muhtemelen İran’dan etkilenerek kaybettikleri anlaşılmaktadır. Bu durum onların Sasanîlerin müstebid ve gösterişli hükümdarlarını örnek almalarıyla izah başlangıçta Şafiî mezhebini daha sonra ise İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin kurucusu olduğu Hanefî mezhebini seçtiler. Ebû Hanife Türkler üzerinde çok etkili oldu. Türkler üzerinde etkili olan bir başka alim de Semerkandlı İmam Maturidi idi. Kuteybe bir yandan kendi hakimiyetini sağlamlaştırmaya çalışırken bir yandan da İslamiyetin yayılması için gayret ediyordu. Mesela bu amaçla Buhara’da bir cami yapılmıştı 713. Türkistan’daki ilk mescidler Nerşahî’nin namazgah dediği meydanlardan muhasarası sırasında da teslim şartları müzakere edilirken şehirde bir cami yapılmasına karşı konulmaması şarta bağlanıyordu. Kuteybe kendisi de bizzat cami’in yapımına nezaret kılıç zoruyla ve baskıyla Müslümanlığı benimsemediğini gören idareciler halk arasında İslamiyeti yaymak için camiye gelenlere bir takım armağanlar başlangıçtan beri takip ettiği politika Türkleri ve diğer kavimleri İslamiyet’e ısındırmak şöyle dursun nefret ettiriyordu. Zira gayr-i Arap Müslüman ahali Müslüman oldukları halde kendilerinden vergi alınmaya devam edildiğini ve kendilerine Arap süvarilerinden daha az maaş ödendiğini ve ganimetten de daha az pay verildiğini gördükleri için bu haksızlığa tepki gösteriyorlar ve bundan dolayı İslamiyetin süratle yayılması engelleniyordu. Emevîlerin daha çok cizye almak amacıyla Horasan ve Toharistan halkının Müslüman olmalarını önlediklerine dair rivayetler de şekilde Horasan ve Türkistan’da hüküm süren beylerin de kendi tebeasını kaybetmemek düşüncesiyle Emevîlerle işbirliği yaptığı da iddia ediliyordu. Eğer zayıf ve yoksul kimseler İslamiyeti seçerlerse hem Emevî idarecilerden hem de mahallî beylerden tepki görüyorlardı. Bu zulüm ve baskılara dayanamayan ve Hz. Peygamber’i örnek alan sadık Müslümanların önderlik ettiği Merv halkı sonunda isyan etti. Haris b. Süreyc çeşitli kavimlere mensup mazlum insanları etrafına topladı ve mağlup olunca da Türklere sığınıp Türk hakanı Sû-lu Çor’un maiyetinde Emevîlerle savaştı 735.Süleyman b. Abdülmelik’in halifeliği zamanında 717 Horasan valisi olan Yezid b. Mühelleb Cürcan üzerine bir sefer düzenledi. O sırada Dihistan Türkleri Sulteginin, Cürcan Türkleri de Kul oğlu Fîrûz’un idaresinde bulunuyordu. Yezid b. Mühelleb Dihistan’ı fethettikten sonra Sultegin’i sığındığı kalede muhasara altına aldı. 6 ay süren muhasaradan sonra bu kale de ele geçirildi. Kalede bulunan çok kıymetli bir tac hiçbir Müslüman tarafından ganimet olarak alınmak istemedi ve bir dilenciye hediye edildi. Çünkü bu tacın yoksul halkın malına el konularak yaptırıldığına bir süre sonra Müslüman olmak ve bunu da Müslümanların en büyük temsilcisi olduğuna inandığı halifenin huzurunda açıklamak istedi. Yezid b. Mühelleb onu halifenin huzuruna gönderdi 716. Sultegin burada Peygamber’in halifeden daha üstün bir makamda bulunduğunu öğrenince de Medine’ye kadar giderek Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etmiş ve Müslüman olduğunu orada ilan Emevîlerin aşırı davranışlarını tenkid ederek onları Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in sünnetine uymaya çağıranlar arasında yer alıyordu. Sul Türklerinin hakim bulunduğu topraklarda gayr-i müslim Oğuzlarla cihad etmek için din bilginlerinin ve gazilerin birlikte kaldıkları ribatlar kaleler yapılmıştı. Sultegin’in İslamiyeti kabulü bütün bölge halkının İslamiyeti kabul ettiği anlamına gelmemekle beraber ona tabi bir çok kişinin Müslüman olduğu tahmin edilebilir. İbn Mühelleb Cürcan şehrinde 40 kadar mescid ve Cürcan’ın kuzeyindeki gayr-i müslim Türklere karşı da bir sed yaptırdı. Dihistan ve Cürcan’ın Türk-İslam medeniyetine şekil veren en eski merkezler ve İslamiyet’i en erken kabul eden Türk boylarının da Oğuzlar olduğu b. Abdülaziz’in Emevî halifeleri arasında farklı ve seçkin bir mevkii vardır. O Emevîlerin umumî politikasına yani Arap milliyetçiliğine dayanan siyasetine karşı çıkmış ve bütün tebaaya eşit muamele eden bir siyaset takip etmiştir. Onun takip ettiği siyaset bütün İslam ülkelerinde müsbet sonuçlar doğurmuştur. Çünkü o valilere gönderdiği mektuplarda bütün insanlara iyi davranılmasını, Müslüman olanlardan asla vergi alınmamasını istiyordu. Bu sayede özellikle Maveraünnehir bölgesindeki Türkler arasında İslamiyet daha büyük bir hızla yayılmaya başladı. Ömer b. Abdülaziz’in ölümü üzerine 720 yeniden Emevî Devleti’nin eski politikasına dönüldü. Türgeş Kağanlığı da Maveraünnehir’de hakimiyet tesis etmek için Müslümanlarla mücadeleye girdi. Bu gelişmeler Maveraünnehir’deki İslam hakimiyetini ve İslam’ın yayılmasını tehlikeye b. Abdülmelik 724-743 döneminde Horasan valisi Eşres b. Abdullah Türkler arasında İslamiyetin yayılması için çalıştı. Ebü’s-Seyda Salih b. Tarîf ve Rebî b. İmran et-Temîmî’yi Semerkand ve civarında halkı İslam’a davet etmekle görevlendirdi ve bu sayede büyük başarılar kazanıldı. Belh şehrinde bir cami inşa el-Hamevî Halife Hişam’ın Türk hakanına bir elçilik heyeti göndererek kendisini İslam’a davet ettiğini belirtir. Bu hakan muhtemelen Türgeş hükümdarı Sû-lu’dur. Cahiz de Horasan valisi Cüneyd b. Abdurrahman’ın Türk hakanı ile karşılaştığını ve hakana İslam dini hakkında bilgi verdiğini son Horasan valisi de Maveraünnehir halkı arasında eşit muamele ederek onların gönüllerini kazanmaya çalışmış ve bu sayede bölgede İslamiyetin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Öyle anlaşılıyor ki Maveraünnehir halkı idareciler ve kumandanların kendilerine insanca muamele ettiği dönemlerde İslamiyete daha sıcak bakmış ve aynı oranda Müslümanlığı benimsemişlerdir. Emevî hanedanının iyi muamele yerine mücadeleyi tercih ettiği Maveraünnehir ve Kafkasya’da İslamiyet daha yavaş yayılmıştır. Bununla beraber Buhara ve Semerkand gibi Maveraünnehir’in iki büyük şehrinde buraya yerleştirilmiş olan Müslüman halkın Türklerle iyi ilişkiler kurması ve onların da İslamiyeti yakından tanıma imkanı bulması sebebiyle Müslüman olanların sayısı daha fazla iktidara gelmesiyle mevaliye karşı izlenen politikanın değişmesi ve bu hanedanın kendilerini iktidara getiren gayri Arap halka iyi davranmaya başlaması Horasan ve Maveraünnehir’de İslamiyetin yayılmasına bir ivme kazandırmıştır. Ebû Ca’fer el-Mansur İslamiyeti kabul edenlerden asla cizye alınmamasını istemiştir. 751 yılında meydana gelen Talas Savaşı da Türklerle Müslümanların yakınlaşmasına ve İslamiyeti benimsemelerine müsait bir ortam hazırlamıştır. Bu savaştan sonra İslamiyetin Türkler arasında daha geniş çapta yayıldığı Mehdi de bu yeni ortamdan istifadeyle İslamiyetin yayılması için çalışmış ve Soğd, Toharistan, Fergana, Uşrûsene, Karluk, Dokuz Oğuz Uygurlar ve diğer bazı Türk hükümdarlarına elçiler göndererek onları İslamiyete davet Me’mun bir yandan Soğd, Fergana ve Üşrusene’de meydana gelen karışıklıkları bastırmak için askerî seferler düzenlerken bir yandan da halkın İslamiyeti kabul etmesi için çalışıyordu. Me’mun Maveraünnehir’de tam anlamıyla hakimiyet tesis ettikten sonra özellikle hükümdar ailesi arasında İslamiyetin yayılmasına özen gösterdi. Müslümanlığı kabul edenler ödüllendirildi. Afşin, Eşnas et-Türkî, Boğa el-Kebir ve İnak et-Türkî gibi o devrin ünlü kumandanları geldikleri yörenin asil ve idareci sınıflarına ya da hükümdar ailesine mensup Mu’tasım da Türklere karşı yakın ilgi gösterdi ve Fergana, Üşrusene, Şaş ve Soğd gibi Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerden asker temin etti. Onun gayretleri sonucu Maveraünnehir’in tamamı İslamiyeti kabul Derya’nın Seyhun doğusunda, Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyinde ikamet eden Türk boyları Müslümanların hakimiyetine girmedikleri için bu bölgelerde İslamiyet zaman zaman düzenlenen seferler ve ticarî faaliyetler neticesinde yayılma imkanı de Türkler arasında İslamiyetin yayılması için çalıştılar. Mesela Samanî hükümdarı İsmail b. Ahmed 893 yılında Karlukların başkenti Talas’a bir sefer düzenlemiş ve şehir zaptedilerek fetihten sonra büyük kilise camiye başkenti Buhara’da, Özkent’te, Taşkent’te, Sayram’da, Otrar’da Farab-Karacuk İslam kültürünün ilk abideleri cami-mescidler, türbeler ve zamanla bir ilim müessesesi haline gelecek olan ribatlar inşa edildi. Müslüman Türklerin yaşadığı şehirlerle gayrimüslim Türklerin yaşadığı şehirler arasında kültürel ve ticarî münasebetler zaman zaman vuku bulan çatışmalara rağmen devam ediyordu. Bu münasebetler sayesinde İslamiyet Türkler arasında yayılma imkanı buluyordu. Samanîlerin Türk topraklarına düzenlediği seferlere karşı Türkler de cevap veriyordu. Mesela 904’te Maveraünnehir’i kısa bir süre ele geçirdikleri gibi 942’de de Balasagun’u geri olayların değerlendirilmesinden anlaşılan bir gerçek vardır ki o da Türklerin savaşla, kılıç zoruyla, şiddet ve baskıya maruz kaldıkları için değil kendi hür iradeleriyle bu dini seçtikleridir. Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra diğer Müslüman kavimlerle birlikte gayr-i müslim Türklere karşı cihad harekatına katılmışlardır. Türk sınırlarındaki şehirler darü’l-cihad ilan edilmiş, buralarda gazilerin barınması için çok sayıda ribat yaptırılmış ve bunlar için vakıflar tahsis Maveraünnehir’den gelen göçmenlere yakın ilgi göstermeleri ve onları bozkırlardaki yeni kurulan şehirlere yerleştirmeleri de Türkler arasında İslamiyetin yayılmasına katkı sağlamıştı. Oğuzların ellerinde bulunan Yenikent, Cend ve Huvar gibi şehirler ile Samanî hakimiyetindeki Talas şehri arasında ticari münasebetler geliştirilmiş ve bu ticari faaliyetler de Türklerin İslamiyet hakkında bilgi edinmelerine ve Müslümanları daha yakından tanımalarına zemin ülkeleriyle Türk ülkeleri arasında ticaretin en yaygın olduğu ve yoğunluk kazandığı bölge Maveraünnehir idi. Bunun yanında Harezm de ticarî hayatın canlı olduğu bölgelerden biri idi. Ticaret kafileleriyle gelen din bilginleri ve sufiler halk arasında İslamiyetin yayılmasına çalışıyorlardı. Harezmliler Hazar ordusundan ücretli askerlerin esasını teşkil etmekle beraber onlar Müslümanlarla yapılan savaşlarda görev Türkler arasında iki asırdır devam eden askerî mücadeleler, siyasî ilişkiler ve ticarî faaliyetler sonunda Türkler İslamiyet’e yakın ilgi duymaya başlamışlardı. Horasan ve Maveraünnehir’de İslamiyet’in yayılmasında dinî-kültürel ilişkilerin ve sûfilerin de önemli rolü oldu. Ünlü mutasavvıf Şakîk-i Belhî ö. 174/790 doğrudan Budist Türklerle görüşmüş ve onların İslamiyeti seçmelerinde etkili olmuştur. Şakîk-i Belhî zengin bir tüccar olduğu halde fakirler gibi yaşıyor servetini yoksul insanlara dağıtıyordu. Halkı İslam’a davet maksadıyla Belh şehrinden kalkıp Türkistan’a giden Şakik Budistler arasında İslamiyeti yaymaya çalıştı. Yine Belh şehrinden olan Sûfi İbrahim b. Edhem ö. 783 de aynı şekilde Budist Türkler arasında İslam’ı yaymak için hüküm süren eski Türk hükümdarlarından Banîcûr ailesi de VIII. yüzyılda İslamiyeti kabul etmişti. Banicûr hatunlarından biri Belh’te bir cami-mescid yaptırmak için mücevherlerini satmıştır. Nuhgunbaz mescidi bu hatunun yaptırdığı cami olmalıdır. Sınır boylarında, Merv ve Belh gibi kültür merkezlerinde yaptırılan ribatlarda kalan din adamları ve gaziler de murabıtlar bölgede İslamiyetin yayılmasında etkili oldular. İlk ribat 727’de Merv kadısı tarafından kurulmuştur. Böylece Talas ve İsficab gibi bazı şehirlerde nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar yüzyılın sonlarında Yakub b. Leys adlı İranlı bir Müslüman Kabil ve Gazne’deki Türk beylerini mağlup ederek bölgede İslam hakimiyetini tesis etti. X. yüzyıl başlarında Kabil ve Gazne’de hüküm süren Türk-Şahiler devletinin yıkılmasından sonra Amu Derya Ceyhun ile Sind arasında yaşayan Türk boyları İslamiyeti kabul etmeye başladılar. Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri X. yüzyılın başlarından itibaren hızlandı. Aynı dönemde Ordu şehrinin Türk hükümdarı da Müslümanlığı seçmiş, bunu takiben Balasagun ile Talas’ın doğusunda bulunan Mirki kasabasında yaşayan Oğuzlar kalabalık gruplar halinde Müslüman olmuşlardır. Aynı dönemde Gazne ve Gur bölgesinde yaşayan Halaç Türkleri de İslamiyet’i kabul ettiler. Bunlar zamanla Gaznelilere tabi oldular. Sind ve Hindistan’a giren Türkler ise bu yörelerde devletler kurup İslamiyeti yaymış ve XI. yüzyıldan itibaren Türk Turuşka adı Müslüman kelimesiyle eş anlamlı olarak IX. ve X. yüzyılda Müslümanlığı kabul eden Türk aile ve beylerinden bazıları şöyle sıralanabilir Uşrûseneli Afşin Haydar b. Kavûs, Sacoğulları Hanedanı’nın kurucusu Ebü’s-Sac, Semerkand ihşidleri, Soğdlu Merzüban et-Türkeşî, Uceyf b. Anbese, Buhara hükümdarları Buharhudatlar, Sulu-Çor’un ahfadından İbn Hakan ailesi, Artuç b. Hakan, Feth b. Hakan, Ebû Müzahim b. Yahya b. Artuç, Ahmed b. Tolun, Fergana ihşidlerinden İhşidîlerin kurucusu Muhammed b. Tugc, Banicûr ailesi ve Eşnas et-Türkî, Alptekin oğlu İbrahim ve dönemde Orta Asya’da temayüz eden alimlerden bazıları da şunlardır İmam Maturîdî, İmam Buharî, Tirmizî, Tarhan’ın torunu Muhammed b. Ali ve onun oğlu Abdullah, Süleyman b. Tarhan, Hakan Artuç’un soyundan Ebü’l-Müzahim Mûsa, Farabî, Hasan b. Tarhan’ın oğlu Tanbûrî Ali, Abdulhamid b. dönemde Müslüman olan Türklerin sadece askerî sahada değil, dinî ilimlerde, felsefe, musikî vb. sahalarda da büyük hizmetleri görülmüştür. Kur’an-ı Kerim ve diğer kitapların yazılmasında ve hattatlığının gelişmesinde, kağıt imalatının önemli bir yeri vardır. Bu da Uygur Türklerinin Talas Savaşı’ndan sonra İslam medeniyetine bir armağanı olarak arasında İslamiyeti devlet dini olarak kabul eden ilk devlet İdil Volga Bulgar Devleti’dir. 922’de mucizevî bir hidayet eseri olarak İslam’ı kabul eden Bulgar hükümdarı İlteber Almuş Abbasî Halifesi Muktedir-Billah’a bir elçilik heyeti göndererek kendisine İslam dinini tebliğ edecek din bilginleri fakihler, cami ve kale yapımına yardımcı olacak ustalar istemiştir. Halife Muktedir de bu isteği memnuniyetle kabul edip Mart-Nisan 921 tarihinde istenen din adamları, usta ve parayı hakana heyeti soğuğa karşı kalın Türk elbiseleri giyerek Oğuz, Peçenek ve Başkurt bölgelerinden geçerek Etil kıyılarından İlteber Almuş’un otağına vardılar. 16 Mayıs 922 tarihinde toplanan Etil İdil Bulgar beyleri halifenin İslam’a davet mektubunu büyük bir hürmetle ayakta dinlediler. Yeri-göğü titreten tekbir sesleriyle Müslümanlığı kabul ettiler. Türkistan’da olduğu gibi burada da Müslüman olan İdil Bulgarları göçebe hayatı terkedip yerleşik hayata geçmeye başladılar. Böylece İdil Bulgarları Müslümanların kuzeybatıdaki temsilcileri oldular ve Başkurtlar gibi Batılı Türk boylarının da İslamiyeti kabul etmesinde önemli rol oynadılar. Bu elçilik heyetine katip olarak katılan İbn Fazlan bu seferle ilgili bir seyahatname kaleme almış ve eser Türkçeye Fazlan’ın Seyahatname’de verdiği bilgilerden İslamiyetin IX. yüzyıldan itibaren İdil Bulgarları arasında yayıldığı anlaşılmaktadır. Bulgar hakanının da İslamiyeti kabul etmesiyle İdil Bulgarları arasında Müslümanlık köklü bir şekilde yayılmıştır. İdil Bulgarları arasında Müslümanlığın yayılmasında Harizmli tüccarların da çok önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır.–NOT Bu ilgili makale, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Sayın Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın’nın Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi’nin 2. cildinde yer alan “Türklerin İslamiyeti Kabulü” adlı makalesinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
Merhaba arkadaşlar size bu yazımızda Türk Dili ve Edebiyatı Konuları hakkında bilgi vereceğiz. Yazımızı okuyarak bilgi sahibi olabilirsiniz. İslamiyetin Kabulünden Sonraki Dönem Destanları nedir? sorusunun cevabı aşağıda sizleri bekliyor… İslamiyetin Kabulünden Sonraki Dönem Destanları Türklerin islamiyeti kabul etmesiyle birlikte, maddi ve manevi tüm kültür değerlerine ve yaşayış biçimine yansıyan bu yeni inanç yapısı, Türklerin mitolojik algılarını da değiştirmiştir. Bu nedenle islamiyetten önceki Şamanist ögelerin ağır bastığı değerlerin yerini, islami ögeler almaya başlamıştır. Satuk Buğra Han Destanı – Karahanlılar Destanda Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın İslam dinini kabul etmesi ve İslamiyet’i yaymak için verdiği mücadele 9. ve 10. yüzyıllarda oluşmuştur. Karahanlılar ilk Müslüman Türk devletidir. Satuk Buğra Han, Türklerin toplu hâlde İslam’a geçmesini sağlamıştır. Müslüman olduğunu açıklayıp Abdülkerim adını da alan Satuk Buğra Han, amcası ile mücadeleye başlar, Fergana Savaşı’nı yapar, Atbaşı kalesini zapt eder; Kaşgar’ı fetheder, Türk ülkelerinde İslamiyet’i hızla yayar. Türkistan şehirlerini birer birer ele geçirir. Birçok savaş yapar. Hükümdarlığı boyunca İslamiyet’in yayılmasını sağlar. Destana göre Hz. Muhammet’in kanatlı atı Burak’ın sırtında göklere yükseldiği “Miraç Gecesi’nde” gök katlarında, kendinden önceki peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail’e bunun kim olduğunu sorar. Cebrail “Bu peygamber değildir. Bu sizin ölümünüzden üç asır sonra dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan’da sizin dininizi yayacak olan bu ruh Abdülkerim Satuk Buğra Han’ adını alacaktır.” der. Hz. Muhammet yeryüzüne döndükten sonra İslamiyet’i Türk ülkesine yayacak olan bu insan için her gün dua eder. Abdülkerim Satuk Buğra Han’a bazı olağanüstü özellikler de yüklenmiştir. Destanda Satuk Buğra Han’ın düşmana uzatıldığında kırk adım uzayan bir kılıcının olduğu ve savaşlarda ağzından ateşler saçarak düşmanları yaktığı anlatılır. Manas Destanı – Kazak-Kırgız 11. ve 12. yüzyıllarda Kırgız Türkleri arasında oluşmaya başlayan bu destan kısa zamanda geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Destanda Manas adlı bir yiğit kişinin kâfirlerle savaşı anlatılır. Eski Türk destanlarının izlerini taşıyan Manas destanı Kırgız Türkçesiyle oluşturulmuştur. Manas destanını Rus bilgini Radloff, Kırgız Türklerinin ağzından derlemiştir. Tamamı manzum olan Manas destanı dünyanın en uzun destanıdır ve 400 bin mısradan fazladır. Cengiz Han Destanı – Türk-Moğol Orta Asya’da yaşayan Türk boyları arasında 13. yüzyılda doğup gelişmiş bir destandır. Cengiznâme; Cengiz Han’ın soyu, doğumu, fetihleri ve etkileri hakkındaki genel halk rivayetlerinden derlenmiş, tarihî bir destandır. Cengiznâme’de, Cengiz, bir Türk kahramanı olarak kabul edilmekte ve hikâye Türk tarihi gibi anlatılmaktadır. Destanda Şaman dininin etkisi görülür. Cengiz Han, Uygurların Türeyiş destanının kahramanları gibi gün ışığı ile kurttan doğar. Soyu “Oğuz Han”a dayanan Cengiz Han ve oğulları Doğu Asya’dan Doğu Avrupa’ya dağınık ve irili ufaklı devletler hâlinde yaşayan bütün halkları hâkimiyeti altına almış; böylece 9. yüzyılın ortalarından itibaren irili ufaklı devletler tarafından idare edilen Asya, tek bir çatı altında toplanmıştır. Timur ve Edige Destanları – Tatar-Kırım Edige destanı, 15. yüzyılda yaşamış bir tarihi kişilik olan Nogay beylerinden Edige’nin kahramanlıkları etrafında oluşmuştur. Destanda Altınordu hükümdarı Toktamış Han ile Edige arasındaki mücadeleler anlatılır. Yine Edige Timur’un kızını ve bazı askerlerini kaçıran ve herkese meydan okuyan Kare Tiyin’i öldürür ve Timur’un gözüne girer. Timur’un yardımıyla Toktamış üzerine açılan sefer kazanılır, Altınordu Hanlığı yıkılır. Sonunda Edige, Nogay halkının başına geçer, han olur. Bu destan Nogay ve Kıpçak Türkleri arasında yayılmıştır. Destanın 6 değişik biçimi tespit edilmiştir. Battalgazi Destanı – Selçuklular Bu destanın kahramanı Türkler arasında Battal Gâzi adıyla benimsenmiş bir Arap savaşcısıdır. Asıl destan, VIII. yüzyılda, Emevî’lerin hırıstıyanlarlaDanişmend name yaptıkları savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermiş Abdullah isimli bir kişiyle ilgili olarak doğmuştur. Battal arapça kahraman demektir, Battal Gâzi, Arap kahramanına verilen unvanlardır. Türklerin müslüman olmalarından sonra Battal Gâzi destan tipi Türkleştirilmiş önceki destan epizotlarıyla zenginleştirilmiş ve anlatım geleneği içine alınmıştır. XII ve XIII yüzyıllarda Battal-Nâme adı ile ve nesir biçimi yazıya geçirilmiştir. Hikâyeci âşıkların repertuarlarında da yer almıştır. Seyyid Battal adıyla da anılan bu kahraman hem çok bilgili, çok dindar ve cömertdir. Müslümanlığı yaymak için yaptığı mücadelelerde insanların yanında büyücü, cadı ve dev gibi olağanüstü güçlerle de savaşır. “Aşkar Devzâde” isimli atı da kendisi gibi kahramandır. Arap, Fars ve Türklerin X-XX. yüzyıllar arasında oluşturdukları ortak islâm kültür dâiresinin ürünlerinden biri olmakla beraber Orta Asya’da yaşayan Türk guruplar arasına da yayılarak Türk kabul ve değerleriyle kaynaşmıştır. Danişmend Gazi Destanı – Anadolu Beylikleri Danişmend-name, 11. yüzyılda yaşamış Türk devlet adamı Melik Dânişmend Gazi’nin hayatını, savaşlarını, Anadolu’daki bazı şehirleri fethini ve çeşitli kerametlerini anlatır. Dânişmend Gazi Destanı, üç ayrı kişi tarafından farklı yüzyıllarda kaleme alınmıştır. Hem tarihî olayların hem de metinlerin yazıya geçirilişi açısından bu eser, Battal Gazi Destanı ve Saltık Gazi Destanı zincirinin ikinci halkasını oluşturur. Dânişmend Gazi Destanı, Battal Gazi Destanı’nın tamam olduğunu, Battal Gazi ve gaza arkadaşlarının ebediyete intikal ettiğini bildiren cümlelerle başlar. Eserin şimdiye kadar on dokuz nüshası tespit edilmiştir. Tokatlı Arif Ali’nin kaleme aldığı Dânişmend Gazi Destanı Oğuzcanın Anadolu’da hakim duruma geçtiği yıllarda yazılmıştır ve oldukça sadedir. Baştan sona kadar nazım-nesir iç içe olan eser, bu yönüyle incelendiğinde türünün diğer örnekleri olan Battal Gazi Destanı ve Saltuk Gazi Destanı’ndan farklılık gösterir. Dânşmend Gazi Destanı’nda olayların geçtiği rivayet edilen mekânların tamamının gerçek olduğu rahatlıkla söylenebilir. Battal Gazi Destanı ve Saltuk Gazi Destanı’nda olduğu gibi efsane ve masal ülkelerine ya da mekânlarına hiç rastlanmaz. Yer isimleri incelendiğinde olayların tamamının Anadolu’da geçtiği görülür ve büyük bir kısmı da tarihî hâdiselerle uyum içerisindedir. Sarı Saltuk Destanı – Osmanlılar Saltuknâme Saltuk Gazi Destanı, 13. yüzyılda Anadolu ve Rumeli’nin fethi sırasında önemli rol oynadığı rivayet edilen kahraman bir evliya olan Sarı Saltuk’un hayatını anlatır. Destan, 15. yüzyılda Cem Sultan’ın talimatıyla Ebu’l Hayr er Rûmi tarafından yedi senelik bir çalışma sonucunda yazıya geçirilmiştir. Saltuknâme’de Sarı Saltuk, Hz. Muhammed soyundan Battal Gazi’nin torunlarından, kâfirlere karşı cihatla ve Müslümanlığı yaymakla görevli biri olarak anlatılır. Saltuknâme’de Sarı Saltuk, tıpkı Battal Gazi gibi olağanüstü özelliklerle donanmış biridir; Avrupa dillerini, dinlerini bilginler kadar bilir, türlü hilelerle şehirlere girer, kilisede vaaz verir, insanları Müslüman yapar. Destanda Sarı Saltuk bazen savaşçı kimliğiyle, bazen keramet gösteren bir veli kimliğiyle, bazen Kaf Dağı’na giden, cadılarla, devlerle savaşan bir masal kahramanı olarak; bazen Osman Gazi, Orhan Gazi, Nasrettin Hoca, Mevlana gibi kişilerin yanında bir tarihi kişilik olarak karşımıza çıkar. Saltuk Gazi Destanı’nın mekânı çok geniştir. Anadolu’da başlayan destanın alanı daha sonra haksızlık, kanunsuzluk ve kötülüklerin bulunduğu bütün yeryüzüne kadar uzar. Sarı Saltuk her yerde haksızlıkları yok etmek, İslamiyet’i yaymak için mücadele eder. Daha açık bir ifade ile Anadolu’dan başlayıp Avrupa, Asya ve Afrika’nın en uç bölgelerine uzayan bir sahayı içerisine almaktadır. Anadolu’da oluşan destan geleneğinde Battal Gazi ve Danişmend Gazi Destanlarının ardından Saltuk Gazi Destanı son halka olma özelliği de taşımaktadır Köroğlu Destanı – Osmanlılar İslami dönemde oluşmakla birlikte dinî bir özellik taşımayan, bütün Türk boyları arasında yaygın olarak anlatılan bir destandır. Destanın farklı aşıklarca anlatılan 24 ayrı söylenişi varyant, kol vardır. Destanın kökenlerini Orta Asya’ya kadar götürenler vardır. Bununla birlikte destanın esas biçimi Anadolu’da oluşmuştur. Köroğlu bu destanda, hem kahraman hem de saz çalıp şiir söyleyen bir âşıktır. Âşık Köroğlu ile destan kahramanı Köroğlu’nun aynı kişi olması mümkün değilse de bu iki kişilik halk zihninde birleşmiştir. Doğum ve ölüm tarihleri bilinmeyen Köroğlu’nun asıl adı Ruşen Ali’dir. 16. yüzyılda Bolu civarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Destana göre Bolu Beyi, seyislerinden biri olan Yusuf’tan hünerli ve değerli bir at ister. Yusuf, iyi cins bir tay bulur. Gösterişli bir tay değildir; ama iyi bir bakımla harikulade bir at olacaktır. Bolu Beyi tayı beğenmez; çok kızar ve Seyis Yusuf’un gözlerine mil çekilmesini emreder. Bundan sonra Ruşen Ali, körün oğlu olarak Köroğlu anılır. Yusuf ve Ruşen Ali tayı da alarak oradan uzaklaşırlar. Tayı karanlık bir ahırda beslerler. Kır tayı arada bir dışarı çıkararak koştururlar. Tayın ayakları çamura değmediği zaman istenilen duruma geldiği anlaşılır. Bu arada Ruşen Ali büyür ve yiğit biri olur. Bir gün baba oğul, Aras nehrinde, Yusuf’un rüyasında gördüğü bir ermişin Bingöl Dağları’ndan geleceğini haber verdiği üç sihirli su köpüğünü beklerler. Bu köpükleri Yusuf içecek, hem gözleri açılacak hem de Bolu Beyinden öcünü almak için gereken güç ve gençliği elde edecektir. Ruşen Ali köpükler gelince dayanamaz, babasına haber vermeden üçünü de kendisi içer. Ruşen Ali bu köpükler sayesinde sonsuz yaşama gücü, yiğitlik ve şairlik gücü elde eder. Babasının intikamını alma görevi de artık kendisinindir. Bir süre sonra babası ölür. Ruşen Ali, Kırat’ı da alarak dağa çıkar. Artık Köroğlu’dur. Çamlıbel’e bir kale yaptırır. Eşkıyalar onun çevresinde toplanır Zenginlerden alarak yoksullara dağıtır. Bolu Beyi’nin kız kardeşini kaçırır ve onunla evlenir. Bolu Beyi’yle mücadele eder ve onu yenilgiye uğratır. Aradan yıllar geçer “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu.” diyen Köroğlu, etrafındaki eşkıyaları dağıtır ve ortadan kaybolur. 10. Sınıf Destan /Efsane Konu Anlatımı için Tıklayınız… 10. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Konuları için Tıklayınız… 10. Sınıfta Yer Alan Diğer Ders ve Konuları için Tıklayınız…
türklerin islamiyeti kabul etmesiyle başlayan türk dili dönemi